Bizi ayıran ne o vakit?

Bu yazıyı kaç kez baştan yazdım kim bilir. Her defasında kelimeler bir öncekinden daha yetersiz geldi; daha sığ, daha yarım, daha yaralı. Hepsinden öte daha öfkeli ve daha karmaşık.


Her sabah yavaşça göz kapaklarımızı hareket ettirerek başlıyoruz güne. Başlangıç eylemi hepimiz için, her zaman aynı. Gözlerini yavaşça aç, ovuştur, hafifçe gerin, biraz doğrul ve güne başla.

Öyle değil mi yoksa? Öyle.

Bizi ayıran ne o vakit? Eğer başlangıçlar her birimiz için aynı ya da en azından benzer ise, farklılık, o nerede?

Bizi birbirimizden farklı kılan günün sonundaki eylemlerimiz, günü nasıl bitirdiğimiz.

…ve ben bu sefer size bu eylemlerin beni ne kadar bunalttığından hiç bahsetmediğim bir şekilde bahsedeceğim


Hazırsak:

Bir klasörüm var. İçerisinde bana yazılmış veyahut benim birilerine yazdığım dönem dönem kendime hatırlatmamı gerekli gördüğüm şeylerin birer kopyası mevcut. Bir nevi kendime sakladığım “hatırlatıcılar” bunlar. Birkaç gün önce bu klasörün içindekilere göz gezdirdim ve bir tanesi bana şu an bu satırları yazdırıyor.


Hikâyenin sonu ile başlayayım.

Halledeceğim demiştim ancak halledemedim. Halletmek istemiştim ziyadesiyle öyle ki bir süre sonra kendi içimde emin olduğum hissiyatlara istinaden olabildiğince açık olursam, her şeyi kendi gözümden anlatırsam halledebileceğimi bile düşündüm ancak halledemedim.


Yaşamımızı sürdürürken pek çok çizgilere sahibizdir. Bu çizgilerin neden, nasıl ve kim tarafından oluşturulduğuna dair de her zaman bir dizi açıklamamız mevcuttur. Aslında bana sorarsanız her biri kendi kendimize koyduğumuz bir dizi katı kurallar silsilesinden başka bir şey değil. Razı gelerek ayak uydurmaya çalışmak bizim yaptığımız; sürekli şikâyet etmek ancak onu değiştirmek için hiçbir şey yapmamak, çözüm üretmemek.

Hayır, burada devrimci nitelikli cümleler savurmuyorum. Daha ben kendimin çizgilerinden kurtulabilmiş bir birey değilim çünkü.

Canım çok sıkkın, keyfim fazlasıyla bunalmış ve yapmaktan keyif aldığım tek şey klavye başında bir dizi ahkam kesen kelimeler çizdirmek.

Sizin gözünüzde böyleyim ben çünkü. Çünkü her defasında, birkaç ayda bir kere, buraya geldiğimde hayatlarımızın acınasılığından, kalplerimizin ne denli kırılmış olduğundan ve bir türlü geçmek bilmeyen buhranlarımızdan farklı üsluplarla bahsediyorum. Konsept hep aynı, hikâyeler farklılaşıyor sadece, tıpkı her birimizin günü farklı şekilde sonlandırdığı gibi.

Elime ne geçiyor? Burada hayatın binbir türlü çilesine dair kelimeler sarf etmek bana ne kazandırıyor? Size bu satırları okutturmak bana nasıl hissettiriyor? Neden bir şeyler yazıyorum ve ardından bunları sahip olduğum tüm sosyal mecralarda paylaşıyorum? Vaktimi artık eskimeye yüz tutmuş bir blog sayfası içerisinde harcamak bana ne sağlıyor?

Tüm soruların sadece tek bir cevabı var ve tüm bu sorular aslında her şey ile ilgili. Sabırlı olun, anlatacağım.

Bu gece bu yazıyı yazarken aklımdan geçenler çok daha farklıydı. Son zamanlarda sürekli tecrübe etmek durumunda kaldığım ve kaderin bir cilvesi olacak ki etrafımdaki pek çok kişinin de aynı durumdan acı bir şekilde muzdarip olmasına neden olacak bir dizi “Talihsiz Serüvenler” hikâyesinden bir paragraf paylaşacaktım. Lâkin kararımdan vazgeçtim. Vazgeçtim çünkü durup üzerinde düşünmemiz gereken çok daha mühim bir durum söz konusu: Gün sonundaki farklılıklarımız.

Kendine acınası bir hayat çizgisi çeken insanların aynı oranda benim hayatıma, bizlerin hayatına, o acınasılığı dahil etmeye çalışmalarına tahammül edemiyorum. İşin kötü yanı bu acınasılığı o kadar usta bir şekilde bize yansıtıyorlar ki ne olup bittiğini anlayamadan biz de kendimize o çizgilerden çeker bir hale geliyoruz.

O acınasılık sevgisizlik, değersizlik; çekilen çizgiler ise hissiyatlardan köşe bucak kaçmak.

İşte o an sevgili dostlarım, o çizgiyi çektiğimiz anda bir daha geri dönüşümüz olmuyor. Kendimizi burada durup bir dakikalık saygı duruşu eşliğinde tebrik etmek isterim zira bu nereden bakarsanız bakın büyük bir başarı.

Onun binbir çeşit versiyonu var. Genellikle de ikili ilişkiler kanalından giriveriyor hayatımıza. Ne kadar incinirse, ne kadar kırılır, parçalanır ve içinden bir şeyleri yitirirse o denli gaddarlaşıyor insan. Hiç kimse, hatta bu satırları yazan ben bile, bu acının bizi nasıl bir insan hâline getirdiğini göz ardı ediyor ve dizüstü edebiyatındaki o klişe söz ile kırdığımı yerden incitiyoruz bir diğerlerini. Oysa, böyle bir şeyin sonuçlarını tecrübe etmemize rağmen bu duyarsızlık neden? Neden bir parça huzurlu olmak var iken onu da kendi ellerimizle dikenli bir ipe doluyoruz?

İşin özünde ben iyi bir insan olmak için çabalamaktan, çabalayanlardan bunaldım. Birilerini düşünmekten ve kendi kırgınlıklarımı onların da yaşamalarına engel olmak için elimden geleni yapmaktan bitap düştüm ve de vazgeçtim. Aynısı sizin içinde geçerli, biliyorum yoksa şu an şu satırlarda buluşmazdık.

Beklentilerden bıkmış durumdayım. Oysa pek de bir şey beklemiyorum. İstediğim verdiğim kadarını alabilmek, uzattığım ele değen bir tenin olduğunu bilmek.

Hissetmek de istemiyorum artık o teni, bilmek de kâfi.

Bende, sizde eleştirdiği ne varsa tüm bu eleştirilere sahip insanlarla güle oynaya gün geçiren insanlar; hepinizden nefret ediyorum. Her birinize ayrı ayrı sayfalarca yazabileceğim şeyler mevcut ama nafile. Bilhassa en değer verdiğiniz bir avuç insanın size bu şekilde davranması ne kadar acıtır bilir misiniz? Bilmezsiniz, bilseniz bile bile acıtmaya eliniz gitmezdi. Ya da gider miydi?

Gördünüz mü topladığım tüm acınasılığı ben de sizlere birkaç cümle ile iletiyorum şimdi. Az önce bir saniyeliğine de olsa zihnin sana “neler edenleri” düşündü.

“Hakkaten ha.” dedin. “Ne yaparsam yapayım, bazıları için buruşturup kenara fırlatacağı bir kağıt parçasından öteye gidemiyorum. Üstelik içimi de ağzına kadar karalamışlar.”

Düşündün, düşünüyorsun; öyle değil mi?

Halledeceğim demiştim ancak halledemedim. Halletmek istemiştim ziyadesiyle öyle ki bir süre sonra kendi içimde emin olduğum hissiyatlara istinaden olabildiğince açık olursam, her şeyi kendi gözümden anlatırsam halledebileceğimi bile düşündüm dedim ya ben de buna istinaden sayfalarca yazdım. Ne düşündüğümü, ne gördüğümü; neye kırıldığımı, neye hayıflandığımı; ona neyi yakıştırıp yakıştıramadığımı; her şeyi olduğu gibi açıkça, dürüst olarak düşüncelerim ve hislerimle yazdım.

Ne de olsa birine değer verdiğinde açık olmalısın, değil mi?

Anlatmaya çalıştım işin özünde çünkü insanlar birbirlerine bunu yapmıyorlar artık hiçbir şekilde.

Sayfalarca yazdım. En iyi olduğum şeydir yazmak.

Sayfalarca yazdım…

Anlayabileceğini düşünmüştüm, yanılmışım.

Ben o nefret ettiğim “herkesleşme” etiketinden sıyrılayım dedim ve hayatımın en büyük hatasını bir insana karşı bu kadar açık olarak yaptım.


Göz ardı ettiğimiz, unutmak istediğimiz, hissetmekten vazgeçtiğimiz ne varsa üzerine düşünmemeyi tercih ederiz; sanki düşünmemek onun varlığını bizden bağımsız bir şekilde sürdürmesine engel olacakmış gibi.

Belki de oluyordur, emin değilim.


Dolunay var bu gece. Ondan yazdım bu kadar, böyle,

sanırım son kez.

Şimdi kafanı bir yerlere yasla karanlıkta

ve yaşadıklarımızı bir düşün …

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Başa dön tuşu
error: Content is protected !!